Poneptikon'da Son Gece
18 September 2022
Yazar - Anon
Her an gözetlenen adamın hiçbir özgürlüğü yoktu.
Çok çok sonraları, hiç kimsenin yıkılacağını beklemediği bir tarihte, göz açıp kapayıncaya kadar hızla yıkılacak olan o baskıcı düzenin, kusursuz bir saat gibi işleyen mükemmelliğe sahip olduğuna inanır, o düzene güvenirdi şüphesiz. Söylediği her sözün, gerçekleştirdiği her yazışmanın, yürüdüğü her sokağın, yediği her yemeğin kayıtlara geçtiğini bilir, o yüzden attığı her adımın, buluştuğu her arkadaşının, söylediği her sözün düzene uygun olup olmadığını iki kez tartardı.
Bir yabancı gibi yaşadığı küçük dairesinde varlıklarından habersiz gibi davransa bile, omzundan yukarıya sağ tarafına mikrofonlar, sol tarafına görüntü kayıt cihazları yerleştirilmiş olduğunu bilirdi. Belki yemek yediği içi kurtçuklar tarafından oyulmuş küçük masanın ortalarında bir yerde, masaya dayadığı çıplak avuçlarının tenine temas eden ve nem miktarını ölçmeye yarayan gizli yalan detektörleri, oturduğu tek ayağı kırık iskemlede kalp hızını kaydeden bir mikrofon bile vardı.
Hatta yalnız başına kaldığı çok nadir zamanlarda bile, söz gelimi çalıştığı devlet dairesi tarafından gönderildiği uzak bir şehirde, konaklaması için ona uygun görülen 3. sınıf otelin rutubetli bir odasında, güçsüz yanan lambayı kapatıp yatağına girdikten ve küf kokulu yorganı yüzünün üstüne çektikten kısa bir süre sonra, düzenin zihninden tüm geçenleri bildiğine emindi.
Sloganlarla örülmüş hayat…
Medyadan ve çevresinde konuşulanlardan edindiği, kendisinin de başkalarına sıklıkla ilettiği, herkesin doğruluğuna inandığı sloganlardı bunlar. Kulağa hoş gelen, ama gerçekte hiçbir şey ifade etmeyen sözlerdi tüm dile getirdikleri.
Düşünceleri bile sloganlardan uzaklaşamazdı. Mesela, ekonomik sıkıntıların çözümü için yapılması gerekenler üzerine düşünürken, ona ait olmayan, sloganlarla bezenmiş bir takım fikirler geçiverirdi zihninden:
“Serbest piyasa ekonomisi istemiyoruz biz” derdi içinden. “Adil ve halkçı paylaşım ekonomisi istiyoruz! A şehrindeki bir malın fiyatının, B şehrindekine eşit olduğu, para üzerinden para kazanılmayan, kimsenin halkın ürettiği değere ortak olmadığı bir sistem.” Sonra bir kez daha yinelerdi sevdiği sloganı: “Adil ve halkçı paylaşım ekonomisi istiyoruz.”
Bu içi boş fikirlerin iktisadi açıdan hiçbir mantıklı temelleri olmamasının, çoğunlukla uygulanamaz olmalarının, uygulandıkları kadarıyla kalkınmayı büsbütün durduracak olmalarının ve uzun vadede tüm topluma zarar verecek olmalarının önemi yoktu onun için. O bol slogan sosu arasına kolay hazmedilen düşüncelerle beslenmeye alışmıştı.
Söylendiklerinde esaslı ve haklı gibi duruyorlardı ya…
Ne bilimsel veriler ilgisini çekerdi onun, ne de geçmişte olanlardan dersler çıkaracak kadar incelemeye vakti vardı. Varsa yoksa, doğru olduğuna inandığı, inandırıldığı sloganlar.
Bu şekilde, paranın zaman değerinin mevcudiyetinin bir iktisadi zorunluluk olduğu, ekonominin ancak canlılar aleminde olduğu gibi iyi olanın hayatta kalmasına izin veren bir ortamda gelişebildiği, iflas sisteminin ekonominin zarar eden, işlevsiz kesimlerini törpülediği, yaratıcı fikirlere ve motivasyonun artmasına olanak sağlamak için risklerin göze alınmasıyla, elde edilecek getirinin artabileceği gibi bilimsel fikirler, kafasının basmayacağı kadar karışık teorik tartışmalardı onun için. Veya tüm insanlık tarihi boyunca uygulanan merkeziyetçi ekonomilerin kimseye hiçbir fayda getirmemiş olmalarından, adil paylaşım adına gerçekleştirilen tüm müdahalelerin, sadece toplumların fakirlik paydasını kardeşçe paylaşmasına yaramış olduğundan haberi yoktu elbette.
Bu türden kafa karıştıran düşüncelere sahip kişilerden, düzen gibi o da hiç haz etmezdi. Bileğinde güç, elinde çekiç, ruhunda düzene gönül bağı taşımayan kimseden hayır gelemezdi ona göre.
İnandığı doğmaları sarsma riski taşıdığı için, kendisi adına tehlikeli olabileceklerini bildiği için, pek sık düşünmezdi zaten. Nasıl olsa tüm soruların cevabı, tüm gerçeğin anahtarı onun adına çoktan yazılmamış mıydı? O halde ona düşen düşünmemek, ona uygun olduğuna karar verilen kalıplarda yaşamak, yeni fikirlere karşı düşmanca tepkiler vermekti.
Her an gözetlendiğini bildiği için, duygularını kontrol altına almayı en küçük yaşında öğrenmişti. Yüzünden hiçbir duygu okunmazdı genelde. İnsanın en büyük düşmanı yine kendi hemcinsleri olduğuna göre, duygularının okunmaması en kalın zırhıydı onun. Yüzüne giydiği ister anlamsız bir tebessüm, ister soğuk ve asık bir surat olsun, duygularının okunmamasını sağlayan çelikten bir zırh verirdi ona. Bunlar yeterli olmadıklarında, bıyıklarının altından sıklıkla fısıltılarla yinelediği kötü düşünceleri kovan sözlü ritüeller ve sloganlar yardımına koşardı.
Ama öfkesini kusmasına izin verdiklerinde, düzenin yöneticilerinin kitle iletişim araçları yoluyla önüne günah keçileri atmaya karar verdiği günlerde, gözü dönmüş öfkesi ve yıkıcılığında sınır tanımazdı. Her an gözetlenen adam, işte o nadir anlarda gerçekten varolurdu. Gözlerinde öfke kıvılcımları, varolmamanın tüm öfkesini çıkarırdı farklı düşünce tohumları serpenlerden.
Zihnimde içimi burkan bir sahne canlanıyor:
Yaşamak zorunda olduğu küçük dairenin kirli camlarından günün son ışıkları süzülürken, sahibi olduğu az sayıda eşyadan biri olan eski duvar saati onu, her an gözetlenen adamı, geçen her saniyeden haberdar ediyor. O, istediği tek şeyin özgürlükten, dolayısıyla sorumluluktan kurtulmak olduğunu bilmiyor. Sadece adalet istediğini zannediyor. Düzene karşı hiçbir yanlışı olmadığının başkaları tarafından bilinmesini, yaşamını kendinden daha büyük ve doğruluğu tartışılmaz bir güç için feda etmekten çekinmediğinin takdir edilmesini istiyor.
Her an gözetlenen adam, gözle görülemeyecek kadar küçük mikrofonların, varlığından haberdar olamayacağı kadar gizli, sürekli işleyen ve hayatını dev aynasında görüntüleyen kayıt cihazlarının, onu kontrol altında tutmak için harcanan onca çabanın boşa olmadığına inanıyor. Hayatının her anının kayıt ediliyor olmasının ona ihtiyaç duyduğu anlamı verdiğini anlamıyor. Hafif, hiçbir iz bırakmadan geçip giden ve asla tekrarlanmamak üzere kaybolan yaşamın, bir kerelik ve önemsiz bir yaşanmışlık olduğu gerçeğini kabul edemiyor. Her şeyin, yaşadığı her dakikanın kayıtlarının saklandığı gizli depolardan çıkarılacağı ve en ince ayrıntısıyla bilineceği, adını hiç bilmeyeceği görevliler tarafından değerlendirileceği, kendisiyle ilgili son kararın asla hata yapmayan güçler tarafından verileceği günü düşlüyor.
Ve gözlerini açıp, her an ölüme biraz daha yaklaşan bedenini görmekten çılgınca korktuğunu kendine asla itiraf edemiyor. Kaçmamayı, hapsedildiği bu evrenden kurtulmamayı, yaşamamayı, var olmamayı çılgınca bir arzuyla tercih ediyor.
Her an gözetlenen adam, tüm evreni kaplayan o dev cezaevinin mimarının kendisi olduğunu, o düzeni kendi huzuru için, kendi elleriyle yarattığını düşünemeyecek kadar tedirgin ve yalnız. İçine fırlatıldığı sahnede, repliği çalınmış bir aktör gibi ne yapacağını bilmeden, ürkek adımlarla dolaşıyor, sıranın kendisine geleceği günden ölümden daha çok korkuyor.